Korona Günlerinde Korona Şiirleri

Korona Günlerinde Korona Şiirleri

Mehmet Ömer Kazancı

Uzun bir süre çalıştığım üniversitelerde genel mikrobiyoloji dersi verirdim. Dersin ilk saatlerinde mikroorganizmaların ne olup olmadığı hakkında bilgi verirken, birçoğumuzun sandığının aksine, bunların yüzde doksan dokuzunun zararlı değil, yararlı olduğunu söylediğimde, öğrencilerimin gözleri dört açılır, duyduklarına inanmayarak bana şaşkınlıkla bakarlardı. Halk arasında “mikrop” denen mikroorganizmalardan ne gibi yarar beklenebilir diye, herkes kulak kesilerek beni daha bir özenle dinlemeye başlayınca, örnekler vermeye çalışırdım üst üste. Amacım öğrencilerimin belleklerinde yerleşen o yanlış düşüncenin kökünü kazıyarak söküp atmaktı. Bazen becerir, bazen de işin kolay olmadığını hisseder, arkasını diğer bir derse bırakırdım.

Çocukken ailelerimiz belleklerimizde “mikrop” kavramını yanlış olarak yerleştirirler. Zararlı, üstelik çok zararlı, anlamına gelen bir deyiş olarak şekillendirir ve buna bizi, sonuna kadar inandırırlar. Hatta toplumda zararlı kişilere “mikrop” demeyi, dolaylı da olsa, alışkanlık haline getirirler. Birisine “mikrop”tur dendi mi, her bakımdan kirli, kötü, sinsi, zararlı birisi hatırımıza gelir. Oysa mikrop, mikroskobik organizma demektir. Yani mikroskop aracığıyla görülebilen canlı… Tabii ki, küçücük, ufacık olduğu için, gözle görülemediği için…

Demem o ki, mikrop, bir kavram olarak, mikroorganizmaların davranışsal boyutlarını değil, fiziksel bir özelliğini ifade eder. Ne kir ile ne kötülük ne de zarar ve zarar verme ile her hangi bir ilişkisi yoktur. Fakat bu masum canlıların birkaç tanesi insanlık tarihinde korkunç salgınlara neden olarak, binlerce insanların hayatını kaybetmesine yol açtığı için, adları kötüye çıkmıştır. Bu salgınlar, günümüzde de, anı bir şekilde karşımıza çıkmakta, hayatımızı alt üst etmektedir. İçinde olduğumuz yılın başından itibaren dünyayı kaplayan Korona virüsü, bunun en son örneğidir. Günümüze kadar bir milyonun üstünde insanın ölümüne neden olmasıyla birlikte, süper ülkeler de dâhil olmak üzere, bütün dünyanın ekonomi ve sağlık sektörünü çökertmiş oldu. Soysal hayatımıza bile, her bakımdan damgasını vurdu. Öyle ki, alışkanlıklarımızın bir kısmından vazgeçme noktasına kadar getirdi bizi. Artık eskisi gibi özgür değiliz. Eskisi gibi kol sallayarak gezemiyor, tozamıyoruz, işbaşına gidemiyoruz. Hayatımıza bir dehşet hâkim. Okullarda çocuklarımızın eğitimini nasıl sürdürebileceğimizin şaşkınlığını yaşıyoruz. Yayın organlarında da ilk haberler arasında yer almış durumda. Alınması gereken önlemler, vaka sayısı, ölü sayısı, iyileşenlerin sayısı. Oysa bu verilere alıştığımız için, önemsemiyoruz fazlaca. Başka bir bekleyiş içerisindeyiz gün boyu. İlaç bulundu mu, aşı üretildi mi?

Fakat bu bekleyiş pasif türünden değildir. İnsan, tarihin her evresinde olduğu gibi, etkilendiği kadar direniyor, kendisini, salgının çevirdiği yöne doğru değil, kendi istediği yola kaptırmaya çalışıyor. Bunu her alanda yaptığı gibi kültür ve edebiyat alanlarında da yapıyor. Bu konuda teknolojinin sağlamış olduğu internet imkânlarından bir hayli yararlanmaya çalışıyor. Değişik iletişim araçları kullanarak, uzaktan kongreler, konferanslar, görüşmeler düzenliyor, kitap tanıtımı, dergi ve gazete dağıtımı yapıyor, hikâyelerini, şiirlerini paylaşıyor. Kısacası üstüne düşen görevlerden geri kalmıyor. Bütün gayretiyle, hayata canlılık ve renk katmak istiyor, ayakta kalmak istiyor, çağa ayak uydurmak istiyor.

Bu, tarih boyunca böyle olmuştur, böyle de olacaktır.

Zaten yazar ve şairlerin en önemli görevlerinden biri, yaşadıkları çağın sözcülüğünü yapmaktır. Yaşanan olaylar karşısında dili bağlı, eli bağlı kalmamaktır. Toplumun ortak duygu ve düşüncelerini dile getirmektir. Alışılmışın dışında veya herkesin ifade etmek istediği, fakat edemediği bir yöntemle çağlarını eserlerine yansımak, eserleriyle yansıtmaktır. Bu anlayışın dışında kalanlar, özseverlik derdiyle yaşamaktalar. Yalnız ve yalnız kendilerini temsil edenler veya toplumla kaynaşmak konusunda çekingenlik gösterenlerdir. Kendi duygusal ihtiyaçlarını tatmin etmekten başka bir şeyden hoşlanmazlar. Getirdiklerini kendileriyle götürürler. Tarihte imzalarına rastlamazsın.

Hastalık başkadır, salgın başka. Hastalık tek bir kişide meydana gelen bedensel veya zihinsel bir rahatsızlıktır. Alınan ilaçlarla giderilebilir. Giderilmese de, sakinleştirilebilir. Oysa salgın, yaygın hastalıklara denir. Kimileyin bir ülke veya bir bölge genelinde, kimi kez de dünya çapında yayılan hastalıklara. Herkese, her an bulaşabilir. Yüzlerce canları art arda biçebilir. Ortak korkuya, ortak paniğe neden olur. Buradan, salgınlara karşı verilen mücadeleler, birlik ve beraberlik içerisinde verilir. İnsanlar birbiriyle dayanışmaya başlar. Bireysel, bölgesel ayrımlar yavaş yavaş erir. Buradan yine, bu konularda yazılan eserler, yalnız yazıldığı dillerde, ya da yazıldığı edebiyat çevreler tarafından değil, herkesçe ilgi ile karşılanır. Bu konuda örnek olarak verilebilecek onlarca eserler vardır. Bunlardan, sadece salgın adlarını işlemiş oldukları konulara başlık olarak kullanan, Nazik El-Melaike’nin “Kolera” adlı şiirine, Albert Camus’un “Veba” romanı ile Gabriel Garcia Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk” romanına işaret etmekle yetiniyorum. Çünkü bu başlıkların dışında salgın konularını tema edinen eserlerin sayısını net olarak belirlemek mümkün değildir.

Bizim edebiyatçılar da, edebiyatımızin hiç bir döneminde, bu gibi olaylara karşı sessiz kalmamışlardır. Kaleme aldıkları eserleriyle olumlu bir tutum sergilemeye çalışmışlardır. Ancak bunu, bizde daha yaygın olması nedeniyle, nesirden çok nazım tarzlarında yapmışlardır. Seyit Kasımî bunların başında gelir. Rahmetli hocamız Ata Terzibaşı “Kerkük Şairleri” kıymetli eserinde (1. Kitap, sayfa: 74), Kasımî’nın divanını değerlendirirken ” 1237-1260 yılları arasında Kerkük’te geçen tarihi hadiseleri -öğrenmek ve araştırmak- için değerli bir kaynak sayılır” olduğunu söylemektedir. Bu hadiselerden biri Kerkük’te yaşanan “ölet” dediğimiz veba salgınıdır. Şair 38 beyitten oluşan bir kasidede salgının ramazan ayında Süleymaniye’den Kerkük’e bulaştığını şu dizelerle bildirmektedir.

Halk bu zevki u sefâda tâate meşgul iken

Geldi bir âdem dedi “tâun” Süleymânî’de var

Nice günden sonra kaç âdem düşüp fevt oldular

Vâhime düştü olardan halka verdi ıztırar

Ramazan ayı onunda halk sergerdân olup

Çok kişiler aldı ehlin taşraya kıldı firar

Bundan sonraki dizelerde, bu üzücü olayın, özellikle de insanı boyutlarını ele alan şair kasidesini, insanların haram yediklerinden ve şükür etmediklerinden kaynaklanan İlâhi bir ceza olduğunu bildirerek bitirmektedir.

Tarihli şiirleriyle tanınan ünlü şairimiz Safi’nin de bu yönde bazı şiirleri vardır. Elimiz altında bulunan el-yazması divanının bir yerinde, Kerkük’te yayılan Kolera salgını hakkında yazdığı Kolera redifli bir şiirine şöyle bir not ile başlamaktadır: “Kerkük’e şiddetli bir Kolera’nın düştüğü zaman söylediğim tarihtir”. Şiirin altında olayın yaşanan tarihini 1288 olarak tespit etmiştir. Şiirden anlaşıldığına göre salgın, şairin dostlarının da aralarında bulunduğu yüzlerce can almıştır, kurtulanların sayısı az olmuştur.

Tığ-ı kıt’tâlı elinden azı can kurtardı

Geldi galip nice canlarla vuruştu kolera

Yanarak birçok ahbaba bu tarihi dedim

Yaktı çok canı gelip Kerkük’e düştü Kolera

Bu örneklerden, insanlık tarihinde en yaygın salgınların veba ile kolera olduğu anlaşılıyor. İkisinin de nedeni bakteridir. İkisi de günümüzde, temizlikle aşı başta olmak üzere, alınan ciddi önlemler yoluyla etkisiz hale getirilmiştir. Tekrardan dönerlerse, eskisi gibi meydan okumayacaklar. Üretilen ilaçlar ile karşılanacaklar. Oysa çağımızın salgınlarında, en fazla virüsler at oynatmadadır. Bunlar hakkında bilim adamlarının günümüze kadar edinmiş olduğu bilgiler az değildir. Ancak, zorlukla geçindiğimiz bu son salgından sonra, bu bilgilerin yeterli olmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Virüsler, canlıların en küçüğüdür. Hatta kimilerine göre canlı sayılmamaktadır. Sadece belirli biyolojik moleküllerden ibaret kimyasal oluşumlardır. Yayıldıkları zaman, kimyasal bombalar gibi, çoğunlukla solunum yoluyla, insanların hayatını alt üst etmekte ve sonuç olarak ortaya acı tablolar çıkarmaktadırlar. Şair ve yazarlara düşen, bu tabloları tasvir etmekle birlikte, insanların bu gibi olaylardan ne gibi dersler çıkarması gerektiğini hatırlatmaktır bir bakıma.

Yaşadığımız Korona salgınının ilk aylarında, Kemal Beyatlı “Vurdun Tokadı Korona” adlı bir şiiriyle, Korona virüsünün yanında tavır aldığını hemen hemen bildirmiş oldu. İnsanlar bu gibi salgını hak etmişlerdir Kemal Beyatlı’ya göre. Çünkü günden güne hadlerini, sınırlarını aşıyorlar. Dünyaya hâkim olduklarını düşünerek kendilerini Halik’ın yerine koyuyorlar. Birbirlerine karşı gereken görevleri yapmaktansa, birbirlerini görmezden geliyorlar. İbadet, riyakârlığa dönüşmüştür. Yoksulları arayan yok. Yetimleri soran yok. Kin, nefret insanlara öyle bulaşmıştır ki, merhameti unutturmuştur. Toplum yıpranmıştır her yerinden. Bu yüzden Korona vaktinde gelmiştir. İnsanlara ders vermek için, insanlara kendinize dönün söylemek için.

Gökdelenlerle övündük

Pul için nice dövündük

Kâh eğildik kâh el öptük

Ölüm yok dedik sorana

Vurdun tokadı Korona

*

Kur’an’a dedik rivâye

İbadet döndü riyaya

Öyle daldık ki dünyaya

Sandık hâkimiz devrana

Vurdun tokadı Korona

*

Dostu komşuyu bilmedik

Kini gönülden silmedik

Yalan dolandan yılmadık

Arsızca çıktık meydana

Vurdun tokadı Korona

*

Her felakete göz yumduk

Medeti şeyhlerden umduk

Yetim malına biz konduk

Hiç benzemedik insana

Vurdun tokadı Korona

Şiirde birinci ağzından çoğul anlatım tarzının kullanılması çok anlamlıdır. Şiirde ifade edilen hatalarda hepimizin payı olduğunu ima etmektedir. Soy ayrımı, din ayrımı, mezhep ayrımı gözetmeksizin. Birimizin burada bir hatası varsa, bir diğerimizin diğer bir yerde, başka bir hatası vardır. Yani işlenen hatalarda hepimizin payı var, hepimiz suç ortağız.

Mustafa Ziya ise Korona ile ilgili yazmış olduğu iki şiirde, bu salgına iki ayrı açıdan bakmaktadır. Birinci şiirde, salgına karşı alınan önlemler, tedbirler doğrultusunda davranmanın ne kadar önemli olduğunu vurgulamakla birlikte, bunun getirdiği sıkıntılara, özellikle de sosyal mesafeye dikkat etmekten ileri gelen özleyiş sıkıntısına karşı sabırlı olmaya çağırmaktadır herkesi. Durum bunu gerektiriyor. Her yerde Korona vardır. Gafil oldun mu yakalanırsın.  “uzaktan selam yeter”.

Eminim bekliyorsun

Çaya dört gözle beni

Kardeşim gelmiyorum

Bu ara özle beni

*

Randevular iptal

Araya mesafe sal

Arkadaş evinde kal

Bu ara özle beni

*

Ne sarıl ne de dokun

Uzaktan selam hakkın

Camın ardından bakın

Bir ara özle beni

*

Ne kahve ne pastane

Ne dolaş hane hane

Yeter bulma bahane

Bu ara özle beni

*

Sokaklarda koruna

Kim diyecek dur ona

Bu der gelince sona

Bu ara özle beni

*

Ne bulaş ne bulaştır

Ömrü sona ulaştır

Bazen hayat yavaştır

Bu ara özle beni

İkinci şiirde ise Korona yüzünden getirilen kısıtlamaların bir “Zulüm” olduğunu görmektedir. Çünkü insanın özgürlüğünü hedef almaktadır. Duygu ve düşünce özgürlüğünü bile. Sevgiliyle eskisi gibi duygusal anları yaşamak mümkün olmuyor. Diz dize oturup hasret geçirmeyi bir yana bırakın, el ele tutuşarak yan yana tur atmayı diğer bir yana, ona/sevgiliye gönderilen çiçekleri koklamasında bile bir sakınca vardır, Korona bulaşabilmesi gibi bir sakınca. Zira ortalık virüs kaynıyor. Yakından her hangi bir paylaşım, beklenmedik bir riske neden olabiliyor. Dünyada her şeye hâkim olduğunun, her şeyi ele geçirdiğinin hayalini yaşayan insan, bu kısıtlamalar yüzünden, zelil olmuş, kayıtlarla kuşatılmış gibi. Ellerinde kelepçe yok, fakat kelepçelenmiş gibi. Ayaklarında zincir yok, fakat zincirlenmiş gibi.  Bunun nedeni, gözle görülmeyen, “gizli zalimler”… Virüsler, virüs benzerileri…

Ortalık virüsten geçilmiyor

Evler döndü zindana

Özgürlüğü vuran son bu kalmıştı

Ama sevgilim ben seninle özgürüm

Gel bulaş bana

*

Bana dokunmayan bin yıl yaşıyor

Artık uzaktan uzağa selam

Nefesini hissetmeyecek miyim ensemde

Yakamda ruj izi olmayacak

Kuralına göre oynanacak her şey

Tas tamam

*

O şehvetli dudaklar maskelenecek

Göremeyeceğim gamzelerini gülümserken

Ateş basmamalı beni

Aşktan

Silemeyeceğim parmağımla dudaklarından akan suyu

Sen çilek yerken

*

Gönderdiğim gülleri koklama

Diz dize oturup dertleşmek yok

Ne de el ele tutuşup dolaşmak sahillerde

Yok, artık yok

Kendini salıverip kollarıma düşmek yok

*

Ortalık virüs kaynıyor

Kol geziyor ölüm

Kelepçelerden kurtulmuşken

Gizli zalimlere teslim oluyoruz

Karantina ev hapsi derken

Sana sarılamamak

En büyük zulüm

Şiirde anlatıcı şairin kendisidir, hitap ettiği kişi ise sevgilisi. Fakat bu sevgili, her kesin, Korona gerekçesiyle uzaklaşmak zorunda kaldığı sevgilisi de olarak nitelenebilir. Bir yakın, bir dost, bir arkadaş da olabilir. Şiiri okurken, köşeye sıkıştırılarak bunalımlı günler yaşamanın gerçekten bir zulüm olduğunun duygusunu yaşıyor gibi oluyor insan. Şiir bu zulme karşı dolaylı bir itirazdır, bir direnmedir. Kısıtlamalara karşı bir haykırış, özgürlüğü savunmaya bir çağrıdır.

Korona konusunu işleyen şairlerimize işaret ederken, Türkmeneli Kadın Derneği Başkanı Doktor Fevziye Hasasu’yu unutmamak gerekir. Bu konuda yazmış olduğu şiir, Türkmeneli TV’si tarafından Sibel Yazıcı’nın sesiyle kaydı alınmıştır. Yayın akışındaki boşluklar sırasında sunulmaktadır. Korona konusunda bilinçlendirici bir özelliğe sahip olmasının yanı sıra öğüt verici tarafları da az değildir. Hasasu’nun asıl meslek görevinden kaynaklanmış olduğunu söyleyebileceğimiz öğütler, yani bir doktorun, virüsten korunmak için, nelerin yapılması gerektiğini öne süren öğütler:

Garip bir şey var illâki

Havasız kalmışız sanki

Dünya puslu, dağlar haki

Dalga uçuk deniz baki

Donuk gözler yuvasında

Çıldırmış döner afaki

Nefes almak ne de zormuş

Ateş yüksek dil tutulmuş

Öksürükten yok kurtuluş

Sebep korona virüsmüş

Gelmiştir Çin Maçinden

Anlamaz aşı ilaçtan

Yakalanan olur candan

Tek çaresi çıkma evden

Uzak dur sen ondan bundan

Çalışırsan çalış evden

Sporun yap olma candan

Veba anlamaz şakadan

Çıkarır ölüme ferman

Sen sen ol aklın kullan

Ne maldan ol ne de candan

Şifamız olsun Allah’tan

Bu konuda verilebilecek örnekleri çoğaltabiliriz. Zira bizim de kimi mütevazı denemelerimiz yanında diğer şair ve hoyratçılarımızın da, hakkında çok şeyler söylenebilecek katkıları vardır. Ancak konuyu şu soruyla noktalamak istiyoruz. Türkmen edebiyatında salgın şiiri diyebileceğimiz bir gelenek oluşmuş mudur? Sanırım bunun yanıtı için daha geniş bir çalışma gerekmektedir. Zaman hâlâ erken, …