
Türkiye’nin Arap Politikası: Yol Haritası ve Vizyon
Mudar OSMAN
2011’de başlayan Suriye ayaklanmasının ilk günlerinden itibaren, Türkiye, hem devleti hem milletiyle, Suriyeli halkın yanında durdu. Bu duruş yalnızca coğrafi yakınlık ya da kültürel ve dini bağlarla açıklanamaz; aynı zamanda daha derin bir ahlaki ve stratejik vizyonun ifadesidir: Bölgesel istikrar, halkların özgürlük ve onur arayışlarına verilen destekle başlar. Bugün, on yılı aşkın süredir kesintisiz süren bu desteğin ardından, Türkiye yeni bir eşiğe gelmiş durumdadır: “Kriz anında destek” anlayışından “sürdürülebilir ortaklık” vizyonuna geçiş zamanı gelmiştir.
Ankara’nın Suriyelilere, hem Türkiye sınırları içinde hem de Suriye’de sunduğu destek; Filistin, Irak ve Yemen gibi ülkelerde gösterdiği çabalar; ahlaki ve stratejik birikimin ifadesidir. Bu birikim, Arap halklarıyla özellikle de Şam, Halep, Bağdat gibi şehirlerin mensuplarıyla bütüncül bir ilişki sistemine dönüştürülmelidir. Bu ilişkiler artık yalnızca güvenlik dosyalarına veya ekonomik denklemlere hapsedilemez; ne kadar önemli olsalar da geleceği kuracak olan şey, halklar arası etkileşim, toplumsal bütünleşme ve karşılıklı kültürel açıklıktır.
Bu bağlamda, Türkiye ile Arap dünyası arasında derinlemesine kök salmış, çok boyutlu, uzun vadeli stratejik bir yol haritasına ihtiyaç vardır. Bu yol haritası sadece siyaset ve ekonomiyi değil; kültürel iş birliğini, sivil toplumu, akademik değişimi ve nesiller arası sürdürülebilir güven ve iletişim ağlarının inşasını da içermelidir. Bu vizyonun merkezinde, hem Suriye’de hem Irak’ta yaşayan Türkmenler yer almalıdır. Türkmenler, Türk ve Arap dünyaları arasında doğal bir köprü oluşturarak karşılıklı anlayışı kolaylaştırabilecek ve entegrasyonu güçlendirebilecek bir konumda durmaktadır.
Bu noktada hatırlatmak gerekir ki üstünlük, sadece sermaye ya da askeri donanımla ölçülmez. Körfez ve Irak gibi Arap ülkeleri, zengin kaynaklara sahiptir. Batı dünyası ise savunma bütçeleri açısından çok daha ileridedir. Ancak Türkiye’nin elinde, onu benzersiz kılan farklı bir bileşim bulunmaktadır: Siyasi irade, tarihsel bilinç ve köklü toplumsal tecrübe. Bu özellikler Türkiye’yi, bölgesel liderliğini merhamet ve iş birliği üzerine inşa edebilecek farklı bir modelin öncüsü yapmaktadır.
Arap dünyasında Türkiye’ye yönelik takdir ne kadar yüksek olursa olsun, kuşakların değişimi ve zamanın geçişi, bu ahlaki ve insani birikimin kurumsal yapılarla güvence altına alınmasını zorunlu kılmaktadır. Aksi halde bu değerli miras, siyasi dalgalanmalarda veya toplumsal hafızanın aşınmasında kaybolabilir. Çünkü halklar unutur; kolektif hafıza, planlı bir şekilde korunup pekiştirilmedikçe değişime açıktır.
Türkiye, tarihinden ve medeniyetinden aldığı sorumlulukla, mazlumların yanında durduğunu defalarca ispatlamıştır. Bu destek, kısa vadeli çıkarlar için değil, daha büyük bir tarihi görev anlayışıyla sunulmuştur. Ancak kalıcı bir liderlik iddiası taşıyan milletler, yalnızca tepkisel davranmakla yetinmezler; pozisyonları stratejiye, yardımları ortaklığa, geçici sempatiyi kalıcı tarihî bağlara dönüştürecek iradeyi de ortaya koyarlar.
Bu nedenle, Türkiye’nin Arap komşularıyla ilişkilerini derinleştirmek için kapsamlı bir planlamaya ihtiyaç vardır. Bu plan; güçlü bir insani derinliğe, esnek bir siyasi yaklaşıma ve halklara ulaşan kapsayıcı bir kültürel açılıma dayanmalıdır. İşte ancak bu vizyon, Türkiye’nin ahlaki konumunu koruyacak ve onu, hızla dönüşen dünyada vazgeçilmez bir bölgesel aktör olarak geleceğe taşıyacaktır.