
Orta Doğu’da İsrail: Güç, Alan ve Nüfuzun Yeniden İnşası
Mudar Osman
İsrail’in Orta Doğu’daki genişlemesi, kolay geçişlerle değil; üç büyük eksenin; Türkiye, İran ve Mısır askeri gücünü parçalayarak ilerleyen, karmaşık ve hesaplı bir yolculuktur. Bu bağlamda İsrail, sadece bir devlet değil, Batı’nın bölgedeki ileri jeopolitik işlevinin somut bir tezahürüdür; ileri karakol, stratejik bir operasyon merkezi, bölgesel dengelerin ritmine göre hareket eden bir güç odağıdır. Bu işlev, tesadüfen ortaya çıkmamış; yirminci yüzyılın başından itibaren süregelen bütünlüklü bir sömürgeci vizyonun ürünüdür. Siyonist projenin temelleri, 1917’de Osmanlı ordusu ile İtilaf güçleri arasında yaşanan Çanakkale Savaşı ile eşzamanlı olarak atılmış, Batılı güçlerin amacı, Orta Doğu’nun güç haritasını yeniden çizmek ve bölge kaynaklarını kontrol altına almak için Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak olmuştur. Bu süreçte Balfour Deklarasyonu, Filistin’de bir Yahudi ulusal vatanı için teorik ve siyasi temeli oluşturmuş; Filistin’i “vaadedilmiş topraklar” olarak kabul eden Tora temelli sembolik meşruiyet, dönüşü Şiyon’a bağlayan Talmudî yorumlar ve Batı’yı Mesih’in dönüşüne hazırlayacağı inancıyla ikna eden Hristiyan ilahiyat boyutu ile desteklenmiştir. Aynı zamanda siyasi, milliyetçi ve laik boyut, projeyi meşrulaştırmak ve dini seferberliği araçsallaştırmak için işlevsel bir araç sağlamış, İsrail’in bölgesel nüfuzunu yeniden üretmesine zemin hazırlamıştır.
Kuruluşundan itibaren İsrail, sürekli bir gerginlik ve çatışma merkezi olmuştur; savaş aracı ve politika sahası iç içe geçmiş bir bütün olarak varlığını sürdürmüştür. Kuruluşundan 7 Ekim 2023 sonrası Gazze olaylarına kadar İsrail, büyük insanî ve siyasi blokları parçalamaya dayalı hassas bir saldırı stratejisi izlemiştir. İlk hedef İran bloğu olmuş, Lübnan, Suriye ve İran’daki uzantılarına saldırılar düzenlemiş, ardından 2025 başında Suriye rejiminin çöküşü sonrası Suriye içini hedef almayı sürdürmüş, Türk ekseni ile dolaylı bir çatışma yaratmış ve kara alanındaki nüfuz sahasını genişletmeye çalışmıştır. Sonrasında Yemen’e yönelmiş, İran nüfuzunu dengelemeye çalışmış ve ardından Türk bloğuna odaklanmıştır. Katar’a yapılan İsrail saldırısı, bu eksene yönelik stratejik bir darbe olmuş, Hamas’ın İran, Türkiye ve Mısır ile bağlarını zayıflatmayı ve bu hareketlerin bölgesel etkisini sınırlamayı hedefleyen sürekli bir planın parçası olmuştur.
Mısır ise ertelenmiş hedef olarak kalmıştır; çünkü Gazze operasyonlarının kesinliği, Hamas’ın Mısır’daki olası lojistik ve askeri destek noktalarının parçalanmasına bağlıdır. Bu, Sina’daki güvenlik açığı üzerinden planlanmış, ancak Kahire ile doğrudan bir çatışma, ABD’yi çift yönlü bir ikileme sokmuştur. Zira Mısır, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri, ABD’nin Çin’e karşı kurduğu ittifakın temel dayanağını oluşturur. Aynı zamanda İsrail’in Mısır sınırlarını aşması, Washington’un bölgesel nüfuzunu yeniden üretme ve güvenliği sağlama kapasitesini zayıflatabilir.
Doğu Akdeniz’de ise denge sürekli hareket halindedir; İsrail’in Kirit Adası’ndaki Fransız ve Yunan askeri işbirliği ile çıkarları kesişirken, Türkiye “Mavi Vatan” doktrini çerçevesinde Kuzey Kıbrıs’ta askeri varlığını güçlendirerek dengeyi yeniden şekillendirmeye çalışmaktadır. Bu durum, deniz alanında doğrudan bir mücadele yaratmakta ve gelecekte İsrail-Türkiye çatışma alanının genişleme olasılığını göstermektedir.
İsrail’in genişlemesi sadece savaş sahasıyla sınırlı kalmamış, insani trajedinin derinliklerine de nüfuz etmiştir. Gazze’deki vahşet, masumların öldürülmesi ve yerlerinden edilmesi, bu genişlemenin karanlık yüzünü gözler önüne sermektedir; siviller sürekli saldırı hedefi olmakta, rastgele bombardıman caydırma ve psikolojik terörün bir aracı hâline gelmektedir. Kuşatma ve bombardıman arasında sıkışmış siviller için gerçek bir koruma bulunmamaktadır. Bu uygulamalar, geleneksel savaş sınırlarını aşmakta, İsrail politikasının yalnızca askeri ve siyasi nüfuzu yönetmekle sınırlı kalmadığını, aynı zamanda sistematik bir sivil terörünü dayattığını ve çatışmaya kanlı bir etik boyut eklediğini göstermektedir.
Bu ortamda Doha’nın özel konumu öne çıkmaktadır; büyük ölçüde Türk bloğuna bağlı olsa da, İran ve Mısır blokları ile hareket alanını korumaktadır. Bu durum, küçük ekonomik ve demografik boyutuna rağmen hassas dosyaları yönetme kapasitesinden kaynaklanmaktadır. Ancak son İsrail saldırısı, ABD çıkarları üzerinde olumsuz yansımalar yaratmış, Washington’un stratejik müttefik ve bölgesel güvenlik garantörü rolüne duyulan güveni sarsmıştır.
Sonuç olarak, İsrail’in bölgesel nüfuzunu yeniden üretme çabası, askeri varlığın yoğunlaştırılması, kara ve deniz alanının genişletilmesi ve Batı ile ittifakların stratejik kullanımı yoluyla sürdürülmektedir. Ancak bu politikalar, ABD ile yapısal çelişkiler yaratabilir; özellikle Amerikan ittifak çıkarlarını etkilemesi durumunda. Bölgesel sahne, geleneksel Filistin–İsrail çatışmasının ötesine geçmekte ve Orta Doğu’nun stratejik alanını yönetme mücadelesine dönüşmektedir; burada dini, tarihsel, jeopolitik ve stratejik kaygılar, politikaların ve bölgesel çatışmaların biçimlenmesinde iç içe geçmektedir.