
Çin ve Küresel Liderlik
Mudar Osman/Ankara
Son on yılda Çin, 47 yıl önce başlayan ekonomik reform sürecini taçlandırarak dünyaya gücünün unsurlarını açıkça gösterdi. Teknoloji, yapay zekâ ve otomasyon alanlarında büyük sıçramalar kaydeden Pekin, 5G iletişim ağlarında üstünlük sağladı; füze, uzay ve deniz gücüyle askeri sahnede öne çıktı. Ekonomide ise “dünyanın fabrikası” unvanını pekiştirerek onlarca ülkenin en büyük ticaret ortağı konumuna yükseldi. Tüm bunlar, Çin’in yeni dünya düzeninin inşasında başlıca ortaklardan biri olacağını inkâr edilemez kılıyor. Ancak dünya liderliği yalnızca para, silah ve teknolojiyle elde edilmiyor; daha derin bir temele ihtiyaç var.
Tarihsel deneyim, küresel ölçekte yükselen her gücün, halkların zihnini şekillendirecek ve onları ortak değerler etrafında toplayacak bir “büyük anlatıya” ihtiyaç duyduğunu ortaya koyuyor. ABD yalnızca askeri ve ekonomik üstünlüğüyle değil; bireysel özgürlük, demokrasi ve insan hakları söylemleriyle dünyaya seslendi. Hristiyan dünyasına adalet değerleriyle, İslam dünyasına “kendi kaderini tayin” ve “istibdada karşı direniş” sloganlarıyla, seküler kesimlere ise bireysel özgürlük ve liberalizm söylemiyle hitap etti. Böylece hegemonyasını yalnızca sert güçle değil, aynı zamanda ikna ve sembolik meşruiyetle tesis etti.
Çin ise maddi yükselişine rağmen bu değer temelli meşruiyetten yoksun. Pekin’in sunduğu model, Komünist Parti’nin yönettiği kapalı bir ulusal vizyona dayanıyor ve evrensel bir cazibesi bulunmuyor. Çin’in kalkınma modeli ekonomik başarı ve siyasi disipline yaslanıyor; ancak Amerikan liberalizmi gibi tüm dünyaya hitap edebilecek bir kültürel ya da inanç sistemi sunamıyor. Konfüçyüs mirası veya modern milliyetçi söylemleri hâlâ kendi medeniyet sınırlarını aşabilmiş değil. Bu yüzden Çin, büyük bir ekonomik ve askeri güç olarak görülse de, nadiren “dünya lideri” sıfatıyla anılıyor. Zira küresel liderlik yalnızca rakamlardaki üstünlük değil, aynı zamanda ilham verme ve ortak insanlık değerleri inşa etme yeteneğidir.
ABD geçmişte dünyanın dört bir yanında yıkıcı savaşlara girişti, insanlık vicdanını yaralayan toplu katliamlarda rol oynadı ve İsrail ile birlikte Orta Doğu’daki birçok yozlaşmış rejimi destekledi. Bu tutum, bölge halklarının birliğini engelleyen en büyük bariyer oldu. Ancak Çin’e fırsat tanındığında, küresel meşruiyet sınırlarının olmayışı nedeniyle, Amerika’dan daha yıkıcı adımlar atabileceği ihtimali de göz ardı edilmiyor.
Üstelik Çin, sınırlarında potansiyel rakip komşularla çevrili. Bu ülkeler ABD kadar güçlü olmasa da, herhangi bir sınır savaşı Çin için kolay olmayacak. Ülke aynı zamanda borç krizi, nüfusun yaşlanması ve çeşitli sosyal sorunlarla boğuşuyor. Bu tablo, Çin’in tek başına küresel hegemon olmasının henüz erken olduğunu gösteriyor. Buna karşılık ABD, uzay teknolojisindeki üstünlüğü, uluslararası diplomasideki anahtar rolü, hava ve deniz gücüyle hâlâ avantajlı konumda. Özellikle deniz sigortası ve küresel ticaret yollarının korunmasında Britanya ve diğer ortaklarla yürüttüğü rol, Washington’a stratejik üstünlük sağlıyor. Çin’in ise ABD’nin NATO aracılığıyla sağladığı gibi güçlü bir askeri ittifak inşa edememesi, Pekin’in elini zayıflatıyor.
Özetle Çin, hızlı yükselişiyle dikkate alınması gereken bir güç haline geldi. Ancak küresel lider olabilmesi için yalnızca ekonomik ve askeri üstünlük yetmez; dünyayı etrafında toplayacak kültürel ve değer temelli bir anlatıya da ihtiyaç var. Bugün için bu sıçrama hâlâ erken. Yine de ABD ve Batı dünyası artık kendilerine meydan okuyabilecek bir rakiple karşı karşıya. Zira hiçbir düzen sonsuza kadar sürmez.