Dr. Alper Alkan’dan Gençlik Hikayeleri
Dr. Alper Alkan Kimdir?
1974 yılında Ankara’da doğdu. İlkokulunda Trabzon Dumlupınar’da, Liseyi Trabzon Anadolu Lisesinde bitirdi. 1996 yılında Ankara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinde lisans eğitimini tamamladı. 2001 yılında Ankara Üniversitesi Farmakoloji Ana Bilim Dalında yüksek lisansını yaptıktan sonra Ankara’da Genç Sağlık Ara Elemanlarının İstihdamı adlı projede yer aldı. Ayrıca, Anadolu Üniversitesi sağlık yönetimini 2021 tarihinde okuyarak, 2. Üniversiteden mezun olan Alkan, bir dönem de Oral implant akademisi derneğindeki görev yaptı.
2001-2002 yıllarında Tunceli Hozat Jandarma komanda taburunda diş tabip asteğmen olarak askerlik görevini tamamladı. Ankara Diş Hekimleri Odası’nda 12. dönemde denetleme kurulu üyeliği, 13. ve 14. dönemlerde Oda Saymanı görevlerinde bulundu.
1996 yılından beri özel muayenehanesinde diş hekimi olarak çalışmaktadır. 1. kademe Kick Boks antrenörlüğü de bulunan Alper Alkan evli ve iki çocuk babasıdır. Halen Oral İmplant Akademisi Derneğinde Başkan Vekili olarak görev yapmaktadır.
Elinizdeki “Şarkısız İnsanlar” kitabı, Dr. Alper Alkan’ın gençlik döneminde edebiyat konusuna ilgi göstermiş, arkadaşlarıyla yaşadığı günlük hayatından yansımaları, duygu ve düşüncelerini hikâyeleştirerek, kaleme almıştır.
Kitap; “Öyle Bir Şey, Çal Ağam, Günün Adı, Şehirli Sen De, Hasan, Parktaki İki Saat, Trende, Aşk Bu, Otobüsüm” hikayelerinden oluşmaktadır.
Dr. Alper Alkan’a edebiyat dünyasına hoş geldin diyoruz. Gelecekte yeni ufuklara yelken açacağına inanır, kendisini bol verimli bir yazar olarak aramızda görülmek isteriz.
İlk Hikayesi (ÖYLE BİR ŞEY)
Sıradan bir öğleden sonrası, evde tek başıma, pencereden dışarıya bakıyorum. Kapalı, her nefeste duman kokan bir hava ama yine de oynayan çocuklar. Ne soğuk ne de annelerinin azarı yetmemiş anlaşılan. Onlar için dünya beş kuruş, sevda bedava! Bizse dünyaya sonsuz değerler biçiyoruz.
Radyoyu açıyorum, çalan bir aşk şarkısı. Kim bilir kaçıncı aşk şarkısı bu. Kanepeye uzanıyorum. Acaba herkes bu şarkıları duyabiliyor mu? Yarın duyabilecek mi? Kimisi günü kurtarmakta, kimisi günlük hevesler peşinde, kimi aç, kimi fazla soylu insanlar. Kimse şarkısız insanları düşünmüyor.
Sobam yanıyor, çayım mis gibi. Umutsuz, robot insanlar da yok üstelik. Daktilom nazlı gelin gibi karşımda. Tam bir saat önce dışarıdaydım, tanıdık bir yüz için kış gününde saatlerce gezdim. Dışarıdakilerin hiçbiri bana şu mekanik araçtan daha yakın olmadı.
Kimliği yok, aşkı yok, yalanı yok. Ya dışarıdakiler? Kendi kurdukları değerlere teslim olan zavallı insanlar. Yarın olmadığı halde yarının kaygısıyla yaşayanlar…
Kaçtım! İnsanlardan, yarınlardan, kaygılarından. Şu dört duvar koruyor beni. Nereye kadar kaçacağım? Radyodaki reklam: “özgün giyim, kalite bir numara”
Kalite nasıl ölçülür? Yenilir mi içilir mi şu reklamlarda azıcık ipucu verseler dışarıda açın insanlar günü kurtaranlar aşk için ölenler üç kuruşa aşk satanlar umut satanlar. Radyonun bunlardan haberi yok.
İkindi ezanı ortalığı çınlatıyor. Saat dördü geçmiş olmalı. Çocukların sesleri de artık yok. Kendimi iyiden iyiye yalnız hissettim. Dışarıdaki çocuklar gitti.
Vatandaşlar yok. Ya içimdeki çocuk? O da mı beni terk etti? Yoksa onu ben mi öldürdüm? Küçük bir çocukken babamın elbiselerini giyer sesimi onun gibi kalınlaştırırdım. Şimdi ise büyümekten, büyüklerin yaptığı hataları yapmaktan korkuyorum. Ben yine tahta kılıçla kral olmak, bedavadan yarın istiyorum. Kapı çalınıyor isteksiz adımlarla kapıya yöneliyorum. Kapıyı açınca genç ama kırkında gösteren eli yüzü kir içinde bir adam,
“Allah rızası için beyim…”
Gerisini dinlemiyorum bile. Kapıyı hızla kapatıp salona dönüyorum. Az önce acıdığım insanlardan şimdi kaçmıştım. Ya gerçekten fakir değilse. Ya sadece insanların duygularını sömüren biriyse ya değilse.
Lanet olsun. Ömrüm bu ya’larla geçip gidecek. Belli ki benden öncekiler de bu çelişkiye düştü. Düşmeseler hâlâ şikâyet etmezdik. İçime bir boşluk bir anlamsızlık kaplıyor
Saate bakıyorum, beş. Ortalık yavaş yavaş kara yorganını örtüyor. Bu kara yorgan bir gün beni de örtecek. İnsanlar, ah o aptal insanlar, hiçbir şey yapmayacaklar biliyorum. Korkacaklar, korkuya tutulacaklar. Yarını yok pahasına satacaklar, biliyorum. Her gün, ya satmazlarsa umuduyla yaşıyorum. Bu zaman eritiyor bizi.
Radyoda o kadar uyuşuk parçanın ardından şimdi rock’n roll çalıyor. İçimdeki boşluk yerine taze açan kır çiçeklerine bırakıyor, odanın ışıklarını yakıyorum.
Gün benim için yeni doğdu belki de. Otobüslerin sesi sıklaşıyor. Nice insan şehre yenik düşmeme savaşının bir gününü daha kurtarmanın sevinciyle, evine dönüyor. Onların bu savaşta yenik düşenlerden haberi yok, olmayacak da! Evdekilere her gün “biz yendik” masalını anlatacaklar.
Gün be gün kaybettiklerini sevindiklerini inkâr edecekler. Yeni savaşçılar yetiştirecekler. Yenileri… Yenileri…
“Kaçma lan Ahmet, dur… dursana oğlum!”
Pencereden dışarı bakıyorum. İki genç aşağıya doğru hızla koşuyor. Paylaşamadıkları son sigara uğruna bu kovalamaca. Sonunda duruyorlar.
“Ver ulan şu sigarayı!”
“Niye oğlum? Bu son sigara.”
“Sende para var. Ya bende? Biz fakiriz oğlum.”
“Kızların yanında öyle demiyordun ama”
“Karıştırma şimdi.”
“Eeee vereceğin bir sigara be amma naz yaptın!”
Pencereden uzaklaşıyorum. Tekrar kanepeye uzanıyorum. Pencereden tam karşıdaki kavak ağacına bakıyorum.
Kaç senedir biz insanların dramını izliyordur. İçin için gülüyordur. Kim bilir bir konuşsa.
Telefon çalıyor. Bütün düşlerimi parçaladı bu acı ses. Açmaya gidince ses kesiliyor. Vazgeçti anlaşılan. Keşke arayan okuldan biri olsaydı. Beraber içip konuşsaydık.
Eski günlerden, eski yeni aşklardan konuşurduk. Sonra… Sonrası malum. Ayrılıp dertlerimiz ile buluşacaktık. Başımı yan tarafa çevirip duvardaki resme bakıyorum. Vazoda rengârenk çiçekler. Tabloda kalan çiçekler. Lisede yapmıştım bu resmi, güzel olmuştu ama ben hiç ısınamadım. Ne kadar güzel de olsa bir kopyaydı. Başkası renkleri bulmuş ben de çalmıştım. Gözüm birden sehpanın üstündeki meyvelere takılıyor. Kanepeden kalkıp bir elma alıyorum. Radyoda şimdi haberler dinlemiyorum bile. Ardından istekler. Bir cümle:
“Cezaevindeki Mehmet çakır eşi ve çocukları için istemiş.”
Günü göremeyen nice insanlardan biri Mehmet. Günü görmediği halde günün umuduyla yaşayan Mehmet.
Ne yaptık bu Mehmetler için. Elmayı hırsla ısırıyorum. Niçin varız biz? Mehmetler olmasın diye… ama var. O zaman varlığımızın hiçbir anlamı yok. Varmışız oyunu oynuyoruz. Elmayı bitirmişim bile. Çöpünü tabağa koyup tekrar kanepeye uzanıyorum. Ya varlığım şu anda sona ererse? Ben var olmuş mu olacağım? Varlık bu kadar ucuz mu? Benden sonraya ne kalacak? Yoksa ben de mi olmak ya da olmamak köprüsüne geldim?
Radyoda arkası yarın başlamış. Bana göre Yeşilçam filmlerinin radyodaki uzantısı. Bazen dinlemek zevkli oluyor. Elim yeni bir elmaya doğru giderken kapı çalınıyor, yeni bir dilenci mi? Bu sefer kaçmayacağım. Hızla kapıya gidiyorum, açtığımda karşımda annem. İçeri giriyor,
“Eee öğleden sonra ne yaptın oğlum?”
“Düşündüm anne, sadece düşündüm”
Annem mutfağa giriyor içimde acı bir anlamsızlıkla salon dönüyorum. Kaçırdığım umutlarımı belki de.
***