Azərbaycanlı Yazar Kamran Nezirli’den 3 Hikaye
1- Karanlık Hırsızları
Hırsızlar karanlıkta eve girmişlerdi. İki kişilerdi. Biri sakallı, diğeri ise sakalsızdı. Biri yaşlı, diğer gençti. İkisinin de başında şapka vardı. Genç hırsızın elinde neşter vardı, evin kapısını de o neşterle açtı. Ev sahibini birkaç günden beri izliyorlardı; onun ne zaman evden çıktığını ne zaman döndüğünü iyice öğrenmişlerdi. Nitekim elli yaşlarındaki ev sahibinin tek başına yaşadığını ve akşamları metroda çalıştığını da öğrenmişlerdi.
Küçük Çille’nin on ikinci günü saat 20.30’da ev sahibi kapıyı dışarıdan kilitledikten sonra gece nöbetine gitmişti. Hırsızlar eve girmeden kuzey rüzgârı esmeye başladı, ansızın yağmur yağdı ve binanın ışıkları söndü. Onlar da bu fırsattan yararlanıp hemen “operasyona” başladılar. Beşinci kattaki on dokuz numaralı evin kapısını acele etmeden, sessiz sedasız rahatça açtılar. İçeride hiç kimsenin olmadığından emindiler çünkü ev tamamen karanlığa bürünmüştü.
-El fenerini aldın mı? diye sakallı hırsız eve girer girmez yavaşça sordu.
-Hayır, dedi sakalsız. Unuttum…
-Ahhh! Komşudan umudu olan aç yatar!
Sakallı sinirlendi.
-Eeee… Nasıl arayacağız, ay salak! Işıklar da yanmıyor…
Diğer hırsızın sesi çıkmadı, anlaşılan hatasını anlamıştı. (Muhtemelen bu onun ilk işiydi, bakalım imtihanı nasıl geçecek?) Ya da çakmak, kibrit gibi bir şey bulmak için mutfağa girmişti. Hiç olmazsa çakmak veya kibrit ışığıyla çalacakları eşyaların yerini görebilsinler.
Ansızın:
-Buldum! Diye sakalsız hırsız sevinçle bağırdı. Sakallı hemen ona doğru koşarak:
-Sussss! Sessiz konuşamıyor musun? diye azarladı. Ne buldun?
-Kibrit!
-Kibrit mi?
Bu defa sakallı gayri ihtiyari olarak kendisi bağırdı.
-Yere batasın! Ben de hazine buldun, sandım! Yazık kız kardeşime! Yazık! Geri zekâlı! Seni adam edene kadar ben kendim adamlıktan çıkacağım. Hiç hırsızlığı da başaramıyorsun.
-Dayı, ne yapayım! İlk hırsızlığım kibrit ışığına kaldı… İstiyorsan gidip fener getireyim.
-Hayır!
Dayı, yine bağırdı.
-Sussssssssss… Aaaaaaaaaa! Duydun mu?
-Neyi?
– Sussssssssss… Aaaaaaaaaa! Evde biri var galiba.
Sakallı yine bir şeyler fısıldadı. Köşedeki küçük odayı yeğenine işaret etti. Sonra, “Bıçağı ver bari!” diyerek yavaşça emir verdi.
Yeğeninin neşteri kendisine doğru uzattığını gördü. Karanlıkta sakallı hırsızın gözleri belerdi, ağzı köpüklendi.
-Bunu değil! Benimkini ver! Diyerek kızardı.
-Onu yanıma almadım, dedi sakalsız hırsız korka korka. Sanki arı yuvasına çomak soktu. Adam kendinden geçti.
-Ahhhh! Tuuu senin sıfatına! İt oğlu!
-Dayı, küfretme!
-Susssss!
Nihayet dayı mutfak bıçaklarından birini eline geçirebildi ve yavaş yavaş ses gelen köşedeki odanın kapısına doğru yürüdü.
İçeriden ince, cılız bir kız sesi geldi:
-Kim var orda? Anne, sen misin?
…
-Anne! Ne çabuk geldin. Anne! diye annesi gittiğinden beri yatağa uzanıp müzik dinleyen kız, kulaklığını çıkardı. Yerinden kalktı, karanlık odada ellerini havada sallaya sallaya kapının yerini bulmaya çalıştı. Elini kapının koluna dokundurup yavaşça kendine doğru çekti.
-Anne! Nerdesin?
Yine karanlığa seslendi, ama cevap gelmedi. Hırsızlar duvarın arkasına geçmişlerdi. Anlaşılan fırsat kolluyorlardı. Kızın onlara doğru gideceğini zan ediyorlardı. Ama ne yapacaklarına karar vermemişlerdi: “Kızın elini kolunu bağlayıp öldürsünler mi yoksa ağzına mendil tıkayıp boğsunlar mı?”
Lakin kız ellerini havada sallaya sallaya bir iki adım daha ilerledi, koridorun tam ortasında durdu. Sanki bir ses duydu, sesi titredi.
-Anne! Nerdesin? Cevap ver… Yağmur sesi duyuyorum… Dışarıda yine yağmur mu yağıyor? Islanmadın değil mi?
Kız sessizliğin farkına vardı. Kesinlikle kulağına bir ses geldiğini düşündü. Hiçbir şey olmamış gibi yine ellerini havada sallayarak sağ taraftaki duvardan tutuna tutuna odanın kapısına yaklaştı, kapının kolunu arayıp yavaşça içeri itti. Elleri ile yatağını yokladı, yorganın üstüne attığı telefonun kulaklığını takıp yine müzik dinlemek istedi. Ama mutfaktan bir ses duydu (Kibriti yakmak isterken neşter sakalsız hırsızın elinden yere düştü). Kız bu defa irkildi, korka korka yerinden kalktı. Bir o tarafa bir bu tarafa baktı, sessiz ve yumuşak bir tonda seslenerek, “Kim var orada?” diye sordu.
Sakalı hırsız saniyeler içinde kızın yanı başında bitiverdi. Bir anda ne yapacağını bilemedi. Kız telaş içinde yatağının köşesine kıvrıldı, ancak yine yumuşak ve sakin bir sesle:
-Sen kimsin? diye sordu. Bizim eve niye girdin?
-Böyle bir vakitte eve niye girerler? diye tok bir sesle sakallı hırsız cevap verdi.
Dayı ve yeğen kızın tuhaf davranışından ya da ince ve yumuşak sesinden olacak, kendilerini kaybetmişlerdi. Sakalsız hırsız heykel gibi donup yerinde kalmıştı. Kıpırdamıyordu. Genç hırsız, bu ince ve yumuşak sesin sahibi neden bağırmıyor, diye düşündü. Acaba bu kız neden korkusuzca durup sesini yükseltmeden sakince sorular soruyor?
-Ne istiyorsunuz? diye sordu kız.
-Paraların, altınların yerini göster! dedi sakallı hırsız… Yoksa…
-Ben sizi görmüyorum. Nasıl gösterebilirim?
-Görmüyor musun? dedi dayı şaşkın şaşkın. Kör müsün?
-Evet… On yaşıma kadar az da olsa görüyordum… Annem doğum sırasında gözlerimin hasar aldığını söylüyor. Babam öleli sekiz yıl oldu. O günden itibaren her şeyi karanlık görüyorum…
Dayı, yeğenine dönerek, “Kibriti yak bakalım!” dedi.
Sakalsız hırsız kibriti yaktı. Kibrit ışığında kızı gördüler. Uzun ve simsiyah saçlarını göğsüne döken ve üzerinde menekşe renginde gömleği olan bu kız, yatağında dizlerini kucaklayıp belirsiz bir noktaya bakıyordu. Kibrit çöpü yeğenin elini yaktığı için ofladı. Üflediği kibrit çöpünü yere fırlattı.
-Yak bakalım! diye sakallı emir verdi.
-N’olur evimizi yakmayın… Ne istiyorsanız alın…
Kız, sesin geldiği tarafa döndü ve aralarında sessizce konuşanlara yalvarmaya başladı. Hırsızlar yanan kibrit çöpünü kıza doğru yaklaştırdılar. Kızın büyük ve korku dolu gözleri dolmuştu. O gözler gerçek bir insanın gözleriydi, ama bakışlarında ışık yoktu. Sadece oldukça çekici ve mahzun bir parıltı vardı. Kız içini çekti, bu anlarda sakalsız hırsızın elleri titredi ve titrek bir sesle, “Dayı!” dedi. Gel gidelim! Kızı korkutmayalım!
Kız biraz duvara doğru gitti. Sonra aklına ne geldiyse ağlarcasına, “Işığı yakın!” dedi. Diğer odadaki gardıroba bakın… Annemin çekmecesi orada… Ne varsa orada… Hepsini alın götürün, ama bana dokunmayın…
-Işığı yakalım mı?
Sakallı hırsız yine şaşırdı.
-Işıklar yanmıyor. Sanki bilmiyorsun.
-Hayır bilmiyorum… Benim için fark etmiyor. Çünkü benim için her zaman karanlıktır. Ben hiçbir şey görmüyorum… Karanlıktan başka… Neden bana inanmıyorsunuz?
Sakallı hırsız deneyimli bir hırsıza benziyordu. Hemen diğer odaya geçti. Tecrübesiz hırsızın diğer parmağı da yandı. Anlaşılan o artık hırsızlık yapmayı düşünmüyordu. Kibrit çöplerini birer birer yakıyor, kızın güzel yüzüne bakıyordu. Diğer odadan takırtı sesleri geliyordu. Dayısı, galiba gardırobu alt üst ediyordu. Ara sırada yeğenine küfürler savuruyordu.
Dayı ansızın kapının ağzında bitiverdi. Elindeki ufak tahta kutuyu ona doğru uzatarak, “Bunu tut! Gidip vitrine de bakayım… Sanki oralarda da bir şeyler var.” dedi.
Oğlan yavaşça kutuyu açtı. Kutuda birkaç ziynet eşyası ve beş altı adet kâğıt para vardı. Sonra ne düşündüyse kutunun ağzını yavaşça kapattı. Yine kıza hayran hayran bakmaya başladı. Galiba güzel kıza hayran olmuştu. Eve ne için geldiğini unutmuştu. Oğlanın nutku tutulmuştu konuşamıyordu. Kız, yanında duran adamın ona baktığını hissetti. Çocuk kibrit çöplerini yakıyor ve kıza yaklaştırıyordu, sonra da üfleyip yere atıyordu. Oldukça heyecanlıydı. Nihayet kız, “Sen de mi hırsızsın?” diye sordu.
Çocuk utandı, ne cevap vereceğini bilemedi (Daha önce hiç kimse bu soruyu sormamıştı.) Kızın kör olduğundan emindi artık. Ama kibrit çöplerinin ışığında bu güzelin karşısında diz çökmeye hazırdı. Nasıl olduysa hazin bir sesle, “Hayırrrr! Ben hırsız değilim.” dedi.
-O zaman niçin bizim eve girdin?
Çocuk yine ne cevap vereceğini bilemedi. Utandı. Parmaklarından biri daha yandı, ama bu defa oflamadı. Gururuna yediremedi. Gayri ihtiyari olarak bir çöp daha yakarak, “Gelmemin sebebi… Işığı… Işıklarınızı…” dedi.
Devamını getiremedi. Aslında kendisi de ne cevap vereceğini bilmiyordu. Kibrit çöpü yandı bitti, bir parmağı daha yandı. Başka bir kibrit çöpü çıkardı ve yaktı. Kızın güzel ve çekici göğsüne bakmaya başladı.
-Demek kibrit yakmaya gelmiştin! Öyle mi? dedi kız.
-Evet…
Çocuk sevinir gibi oldu. Kızın sorduğu sorudan mutlu olmuştu.
-En iyisi, siz bizzat karanlığı çalın!
Kız bu defa meçhul bir noktaya doğru bakmaya başladı…
-Karanlığı…
-Karanlığı mı? dedi çocuk şaşkın şaşkın. Hırsızın kalbi çarpmaya başladı.
-Senin adın ne? diye sordu hırsız çocuk.
Kızın sesi titreyerek, “Züleyha…” dedi.
-Benim adım “Hasanağa’dır…
-Hasanağa, galiba sen elektrik işindesin. Bizim ışıklarımız neden yanmıyor? Dışarıda rüzgâr mı var? Dışarıdan gelen ses ne, yağmurun sesi mi?
-Hayır… Ben kibrit yakıyorum… Kibritin sesidir…
Kız, onunla konuşan çocuğun heyecanlı olduğunu hissediyordu. Bunu duyuyordu, hatta kız, korkak biri olmadığını düşünüyordu.
Son kibrit çöpünü de yakıp bitirdikten sonra sakallı hırsız, yeğeninin yanına geldi. Onun kolundan tuttuğu gibi kapıya doğru itti.
-Sen hırsızlığa mı geldin yoksa flört etmeye mi? Galiba burada olmaktan memnunsun! Çık dışarı, geri zekâlı! Seni bundan sonra yanımda getirirsem bana da adam demesinler!
Çocuk şaşırsa da dayısının sözünden çıkmadı. Kapı açılıp kapandı ve hırsızlar karanlığa karıştılar. Kız bir süreliğine yerinde öylesine donup kaldı. Bu neydi Allah’ım? dedi. Acaba gerçekten de hırsızlar böyle mi olur? Yoksa bu rüya mıydı?
Vücudunu korku sardı, sanki her şeyin farkına daha yeni varıyordu, korkmaya başladı. Uzun bir aradan sonra kalktı ve duvara tutunarak koridora çıktı, kapıyı içeriden kilitledi. Biraz rahatladı. Annesinin odasına girdiğinde ayakları yere serpilmiş kıyafetlere takıldı, eğilip bir bir onları götürdü. Kıyafetleri düzenli bir şekilde katlayıp dolaba yerleştirdi. Elleri ile kutunun koyulduğu yeri aradı. Kutu yerinde yoktu. Kız üzüldü ve ağlamak istedi. Pərişan-pəraşan geriye, yatağına qayıtdı, uzanmak istedi, ayağı tabureye takıldı ve nese bir şey düştü. Kız oturup taburenin sağ solunu aradı, eli tahta kutuya dokundu. Yüreği pır pır atmaya başladı. Kutusunu bulmuştu. İçine baktı. Her şey olduğu gibi yerindeydi. Bu defa gözyaşlarını tutamadı. Hıçkıra hıçkıra dizlerinin üstüne çöküp başladı yere fırlatılmış kibrit çöplerini toplamaya.
***
- Kara Nokta
Ana gaz ocağının üzerinde fokur fokur kaynayan çaydanlığı aldı, biraz önce deme bıraktığı çay kaynıyordu. Çaydanlığı bıraktı ve yatak odasına gitti. Tavanın ortasında ceviz büyüklüğünde kara bir noktayı süpürge ile temizlemek istedi. Ama yapamadı. O gün pencereden içeri kara eşek arısı girmiş, tam da tavanın ortasına konmuştu. Eşi onu öldürmüştü. Sonra ne yapıp ettilerse o lekeyi temizleyemediler. Şimdi ise o leke kurumuş ve kara bir nokta haline gelmişti. Ana o noktayı temizlemek için sabahtan beri uğraşıyordu, kâh sehpanın üstüne çıkıp bir bezle temizlemeye çalışıyordu kâh da balkondan aldığı sopayı ıslak bir beze sararak o lekeyi çıkarmaya çalıştı ama yine olmadı. Öfkelenerek mutfağa gitti. Çaydanlığın yine fokur fokur kaynadığını gördü. Çay taneleri kapağın kenarından koyu kırmızı kaynar suyla birlikte ocağın üzerine dağılmıştı. Ana üzüldü, çaydanlığı alırken üç parmağı da aynı anda yandı. Üfledi, sonra elini soğuk soyun altına tutsa da üç parmağı da sızlıyordu. Kaynamış çayı lavaboya döktükten sonra çaydanlığı yıkadı. Tekrar iki kaşık kuru çay koydu ve kaynar su ilave etti. Yine ocağın üzerine koydu ve kara lekeyi temizlemekle uğraşmaya başladı. Leke artık nokta büyüklüğündeydi, ancak o ufacık nokta bir türlü çıkmıyor, temizlenmiyordu. Mutfağa döndüğünde yine aynı manzarayla karşı karşıya kaldı.
-Yazık oldu! Bana ne oluyor? İyice unutkanlaştım! dedi.
Yanmış parmakları sızlıyordu. Aklı başında değildi. Aklını başından alan kara leke değil demin gelen telefondu. Biraz önce kızı iş yerinden aramıştı. Biraz öfkeyle, “Anne, ben onunla evlenmeyeceğim!” demişti.
Ana bir şey söyleyemedi, kız hemen telefonu kapattı. Anlaşılan bir şeyler oldu! Ne oldu acaba? Önümüzdeki günlerde düğünleri olacak. Onunla evlenmeyeceğim ne demek? Senin büyüğün yok mu?
Ana düşünceli düşünceli odada dolaşıyordu. Kâh yatak odasına giriyor kâh süpürgeyi eline alıp tavandaki kara lekeyle uğraşıyor kâh da boy aynasını temizliyordu. Kendinde değildi. Birazdan eşi gelecekti. Suyu kaynattı, sonra çaydanlığı deme bıraktı ve yine balkona çıktı.
Nişanı atmak mı? Biz de böyle şeyler olmaz. Nişan geri verilir mi? Bu nerden çıktı?
Ana bu konu hakkında çok fazla düşündü. Suç Eşref’te. Kızı o verdi! dedi. Tanıyorum, uzak akrabalardan! Akrabayla yeniden akraba olunur mu?
Kendisine yer bulamıyordu. Bir yandan da parmakları sızlıyordu. Demin hiç umursamamıştı ama şimdi parmaklarına dikkatle baktı, iyice su toplamıştı. Yüzük taktığı parmağı çok kötü yanmıştı. Sanki parmaklarına ilk defa bakıyordu. Aman Allah’ım. Nasıl da yanmış parmaklarım? Yüzüğü parmağından çıkartmak istedi, ama yapamadı. Oflandı. Banyoya girdi, eline sabun sürdü, sonra yüzüğü parmağından yavaşça çıkarttı. Sanki bu yüzüğü de ilk defa görüyordu. Bu onun nişan yüzüğüydü. Onlar bu yüzüğü takalı yirmi beş yıl olmuştu, tam yirmi beş yıl. Bu yüzük neredeyse kızıyla aynı yaştaydı ve bugüne kadar parmağından çıkmamıştı. Ama bunlar… Bu gençlere ne oldu böyle?
Kapının zili çaldı. Kızıydı. Suratı kar gibi bembeyaz olmuştu. İçeri girer girmez öfkeyle parmağındaki yüzüğü çıkardı ve koridora fırlattı.
-Arayın gelip alsınlar, soksunlar gözlerine! diye bağırdı. Ben onunla evlenmeyeceğim.
-Kızım size ne oldu durup dururken? Aranızdan su bile sızmazdı… Bu ne böyle?
-Beni kiminle nişanladığınızı biliyor musun? dedi ve kızgın bir şekilde telefonu annesine doğru uzattı. Kendisinden büyük bir kadınla aynı evde yaşıyor, üstelik bir de çocuğu var!
Ana, kızın söylediklerinden bir şey anlamadı. Bu sözleri duyunca sanki parmaklarının sızısından bir eser kalmadı, ne acı hissetti ne de ağrı. Bir telefona baktı bir de odasında yüzükoyun yatağına uzanan kızına.
-Ne telefonu, hangi kadından söz ediyorsun? diye sordu.
-Ver bana! dedi kız ve bir anda kalkarak cep telefonunun tuşlarını kurcaladı. Sonra ekranı annesine doğru tutarak, “Bak, görüyor musun yaptığı alçaklığı? Fotoğrafı kadın kendisi bana gönderdi!” dedi.
Annesinin gözleri belermişti. Müstakbel damadı kendisinden yaşça büyük bir kadınla kol kola parkta dolaşıyordu. Bebek arabasındaki çocuk ise muhtemelen iki yaşındaydı. Kadın bunu pek ciddiye almayarak, “Kıskanıyorlar! Gerçek değil bu. Sakın inanma buna!” dedi.
-Nasıl yani! İnanmamak mümkün mü? Demen kadın kendisi hepsini birer birer telefonda anlattı bana. Her şeyi söyledi. Vügar’dan uzak dur, onu kimseyle paylaşmam, dedi.
-Sen Vügar’la konuşmadın mı?
-Telefonlarıma cevap vermiyor.
-Sakin ol kızım. Baban duymasın. Kalp krizi geçirir.
-Şimdi annesini ara, gelip eşyalarını almasını söyle.
-Kızım, biraz sabırlı ol. Ben bu tür şeylere pek inanmam. Şimdi şantaj yapan bir sürü insan var.
-Anne, görmüyor musun? Bu çocuk bu bir ay içerisinde bir defa bile benimle ilgilenmedi. Böyle nişanlı mı olur? Hayır, ben son sözümü söyledim. Ondan bana yar olmaz!
-Kızım, sakin ol biraz. Ben annesiyle konuşayım… Elaleme rezil oluruz!
-Bu ne rezalet? Bir defa olsun bile eli elime değmedi bile. Nişan yüzüğünü geri verin!
Ana telaşa kapıldı. Kâh misafir odasına kâh kızının odasına kâh da mutfağa girip çıktı. Bu defa da çaydanlığı unuttu. Çay yine taşarak ocağın üzerine dökülmüştü. Ana bunu pek umursamadı. Sersemler gibi sağa sola gidip geliyordu. Ne yapacağını bilmiyordu.
“Eşref bu tür durumlarda daha iyidir. Gelince ona danışalım, o ne diyecek acaba! İyi ki o var, olmasaydı ne yapacaktık?” diye geçirdi içinden.
Gece yarısı olalı çok olmuştu ki eşi geldi. Kız uyumuştu. Kadın uyumuyordu. Eşinin moralinin iyi olduğunu görünce durumu anlatmaya karar verdi. Ancak yatağa uzanır uzanmaz hemen söyleyiverdi:
-Nazlı yüzüğü geri vermek istiyor.
Eşi sustu. Kollarını başının altında birleştirerek mahmur gözlerini tavana dikti. Uzun bir süreliğine tavana baktı. Sanki tavandaki o siyah noktaya bakıyordu.
-Vügar kendisinden büyük bir kadınla yaşıyor…
Eşi yine sustu. Hâlâ tavandaki o küçük noktaya bakıyordu. Kadını umursamıyordu.
Kadın bu duruma dayanamadı ve sinirlenerek, “Sana söylüyorum. Çocukları bile var…” dedi.
Adam konuşmuyor, susuyordu. O, tavanın tam ortasındaki siyah noktaya takılıp kalmıştı. Sanki uzun zaman önce kaybettiği siyah noktayı yeni bulmuştu, bir türlü ayrılamıyordu. O siyah noktada bembeyaz bir ışık gördü, sonra bu ışık alevlendi, sonsuzluğa doğru uçup gitti. Adamdan ses çıkmıyordu. Dünyanın adamın umurunda olmadığını düşündü kadın. Çok mu içti acaba, kendinde mi değil diye düşündü. İsteksizce, “Işığı kapatayım mı?” diye sordu.
………
-Çay içmek ister misin?
………
-Su içmek ister misin?
………
-Günün nasıl geçti?
Eve ölüm sessizliği çökmüştü. Kadın yavaşça yerinden kalktı, ışığı söndürdü, yine yatağına girdi. Yanmış parmaklarını yanında taş gibi uyuyan adamın alnına koydu. Yazın (Yay gecəsinin) sıcak olmasına rağmen adamın alnı buz gibiydi.
***
- Sarışın Melek
Birisi, denizde bir insanın boğulduğunu söyledi. Biraz önce plajda kendilerinden emin bir şekilde güneşlenenler şimdi heyecan ve telaş içindeydiler. Sahil birbirine karıştı. İnsanlar el ele vererek cesaretsiz bir şekilde suya girmeye hazırlanıyorlardı. Motorlu kayığı bir türlü çalıştırmayan dalgıçlara bir şeyler anlatmaya çalışın yaşlı insanlar, biraz ötede kumların ortasında kalmış kadın giysilerini ve eşyalarını göstererek beyaz köpüklü dalgaların çarptığı kayalıkları işaret ediyorlardı.
Çocuklar, annelerinin zoruyla sudan çıkarak denizden biraz uzakta üşüyerek boynu bükük bir şekilde ne olup bittiğini anlamasalar da hâlâ durmadan konuşan, iki de bir fikrini değiştiren ve yaşını başını almış ihtiyar kadının ne konuştuğunu dinliyorlardı.
-Kendi gözlerimle gördüm, – yaşlı kadın elindeki güneş şemsiyesini göğsü hizasına getirerek kayalıklara doğru tuttu: – bak, o tarafa doğru gitti, yemin ederim ki burada soyundu… Sonra koşar adımlarla o kayalıkların arasına girdi. Beyaz tenli bir kadınıydı… Hayır… Galiba sarışındı. Evet sarışındı… Gördüğümde gözüm onu tutmadı… Yüzerek uzaklaştı… Kuzeye doğru… Hâlâ geri dönmedi…
– Burada dinleniyor mu? diye uzun boylu genç dalgıc sordu
-Hayır, hayır.
İhtiyar kadının eşi, hemen cevap verdi.
-Onu ilk defa gördüm… Çok güzeldi. Bembeyaz bacakları vardı… (Bunu söyleyince yaşlı kadın ters ters eşine baktı. Sanki yetmiş yaşını doldurmuş adam, karısını tamamen unutmuştu)
-Yabancı da olabilir.
Kadın bu defa yavaştan dudaklarını büzdü.
-Kim bilir, hangi yuvanın kuşudur… Geri zekâlılar. Sanki daha önce deniz görmemişler! Görgüsüzler… Gelir gelmez hemen denize dalıveriyorlar… Bizi de sıkıntıya sokuyorlar…
-Hayır, hayır, kesinlikle yabancı birine benzemiyordu.
Deminden beri biraz ötede duran orta yaşlı adam itiraz etti.
-Yabancı kadınlar güzel değiller. Ben, onu buraya geldiğinde ve üzerini değiştiğinden gördüm… Bizimkilere daha çok benziyordu.
-Yalnız mı geldi? Diye sordu yaşça büyük görünen dalgıç.
-Vallahi bir şey diyemem…
Orta yaşlı adam omuzlarını kaldırdı.
Onun yanında duran nispeten genç kadın işveli bir şekilde, “Eşi yok galiba! Olsaydı bu kadar güzel bir kadını yalnız bırakır mıydı?
-Başkasının kızı hakkında yersiz yersiz konuşma! dedi orta yaşlı adam.
-Hiç de kıza benzemiyordu.
Deminki kilolu kadın yine dudaklarını büzdü, sonra eşinin elinden tutarak öfkeyle geri çekti.
-Ben okuduğum için biliyorum, böyleleri melek gibi görünürler, ama aslında bizlerden intikam almak için erkeklerimizi suyun altına çekiyorlar. Belki de o sualtı dünyasının sinsi sırtlanıdır. Muhtemelen birini alıp götürmek için gelmiştir… Evet, görmüyor musunuz hava da karardı… Ne zaman farklı kılığa girseler hava böyle oluyor… Girdap oluşuyor… Sarışın köpeğin kızı…
Kadın eşinin elini sımsıkı tutmuştu. Sanki yüz yıl önce kaybetmişti de, şimdi yeniden bulmuştu. Yine birilerinin alıp götüreceğinden korkuyordu. Eli buz kesmişti. Adam eşinin tir tir titrediğini görünce iki eliyle kadının elinden tuttu ve sert bir şekilde sıktı.
-Sakin ol hayatım, dedi. Ben buradayım, başka bir yere gitmiyorum. Yanındayım.
-Neyse, bu durumdan hiç hoşlanmıyorum.
Yaşlı kadın neredeyse ağlayacaktı.
-Bu kötüye işarettir. Ben o sarışın melekten korkuyorum…
Gençlerden biri ileri çıkarak dalgıçlara doğru yürümeye başladı.
-Kardeş ben de gördüm onu. Meleğe benzer bir tipi yoktu. Genç bir kız çocuğuydu… Sarışın saçları vardı. Benim yaşlarımda olabilir, belki de benden küçüktü… Öğrenciye benziyordu ama iri yapılıydı. Yüzmesini biliyordu… Çok uzağa gitti ve gözlerden kayboldu…
Varsayımlar, tasvirler ve yönler… Yavaş yavaş farklı yönlere sapıyordu. Sonunda herkes eteğindeki taşı döktü. Erkekler kimliği belirsiz sarışın kadına vurulduklarını net bir şekilde itiraf ettiler. Kadınlar ise adaletli ve merhametli olduklarını göstermeye çalışsalar da acımasız kıskançlık duygularını bastıramadılar.
Hava güneşli, deniz ise sakindi. Dalgakıranda sağa sola kaçan gençler kâh elleriyle uzaktaki noktayı işaret ediyor kâh da dalgıçların yanına giderek onlara yardımcı olabileceklerini söylüyorlardı. Dalgıçlar motorlu kayığı çalıştırıp hareket ettikten kısa bir süre sonra polis geldi. Sahibinin kim olduğu bilinmeyen giysileri inceleyen polis, kadının yaşını tespit etmeye çalıştı.
-Kırmızı elbise giymişse, demek ki genç bir kadındır… diye konuştu kendi kendine polis.
-Hayır, genç değil. Şemsiyesini görmüyor musun? Bu tür şemsiyeleri genelde yaşlı kadınlar yanlarında taşırlar.
Kadınlardan biri bir düzeltme yapmaya çalıştı.
Polis, kendisiyle birlikte olay yerine gelen sanatoryum görevlisine, “Bu şip-şipler… Sanatoryuma mı ait?” diye sordu.
-Bizde böyle şip- şip terlikler olmaz… dedi görevli. Muhtemelen yanında getirmiştir.
-İlginç!
Polis kafasını kaşıdı.
-Çok ilginç.
Kilolu kadın da bunu onayladı.
-Bu numaradaki şip-şipleri hiç genç kadınlar giyebilirmi? Ne büyüklükte olduğunu görmüyor musunuz? Benim dediğim gibi o kurnaz su perisidir… Kılık değiştirmiş!
-Hımmmm…
Polis kafasını salladı ve sonra yanındaki bir şeyleri incelemeye başladı.
-Beyaz kadife mendil, siyah çanta…
Ansızın şaşırarak:
-Bu da mı onun? diye sordu ve kadınların dikkatinden kaçan mendilin arasındaki kırmızı sutyeni göstererek manalı manalı gülümsedi.
Kadınlar, üzerlerinde bikini olmasına rağmen kötü bir şey görmüş gibi şaşırdılar. Erkekler ise meraklı bakışlarını saklayamadılar. Muhtemelen kimliği belirsiz kadının büyük göğüslerini düşündüler. Kilolu yaşlı kadın, çekine çekine polise bir şeyler söyledi.
-Suya çırılçıplak girdi. Demin söyleyemedim, ama çıplaktı… Hem de çırılçıplak… Yemin ederim ki anadan doğma çırılçıplaktı…
-Ne yaptığını görüyor musun? Su perisi bile bu haltı yemiyor, orta yaşlı kadın dedi.
Kadın yine iffetten ve terbiyeden söz etmeye başladı:
-İşte, bunlar ailelerin dağılmasına sebep oluyorlar! Allah belasını versin!
-Beddua etme!
Kenarda duran gözlüklü bir erkek, “Ya onun değilse!” dedi.
Polis bir ipucu bulmuş gibi kalabalığa seslendi:
-Engel olmayın, uzaklaşın buradan! Bırakın işimizi yapalım…
Sahildeki genç erkeklerin neredeyse tamamı denize girmişti. Çocuklar korkarak, kadınlar ise biraz merak, bir o kadar da kıskançlık içinde denizde arama yapan erkekleri izliyorlardı.
Kimliği belirsiz kadını çok aradılar. Ancak bulamadılar. Günün sonunda herkes sahilden uzaklaştı. Erkekler üzgün, kadınlar endişeli, çocuklar ise hiçbir şey olmamış gibi güle oynaya sanatoryuma geri döndüler. Polis, yaşanan bu ilginç olay hakkında amirlerine bilgi verdi, sonra kanıt olarak kimliği belirsiz kadının eşyalarını delil poşetine koydu ve güneş batınca kayalıklara doğru yürüdü.
…Üç tarafı şeritlerle ve bir tarafı da kayalıklarla kontrol altına alınan sanatoryum, köye pek de uzak değildi. Nispeten alçak kayalar köy yolu boyunca uzanmaktaydı, oradan köye iki dakikada ulaşılabilirdi. Dev kayalıklar insan boyu kadar suyun içindeydi ve uzaktan-yakından net bir şekilde görünüyordu. Dalgalar kayalıklara çarpardı. Bazen dalgalar, kayaların en uç noktalarına kadar sıçrardı. Burada çok nadir hallerde insan bulunurdu. Sanatoryumda dinlenenler ve yakındaki köy halkı için de bu mekân iyi bir yüzme yeri değildi. Hiç kimsenin aklına gelen bir yer olmasa da bazen yaz aylarında köy çocuklarının kayalıkların başına tırmanıp oradan suya atladıkları ya da oltayla balık tuttukları görülürdü.
Yüzme alanında gürültü patırtı kopmadan kısa bir süre önce iki esmer çocuk çıkarak kayalıklara doğru gitti. Bu bölge onların hoşlandıkları yerdi, düz ve sivri uçlu kayanın başına tırmanıp oradaki düzlükten suya atlamak istiyorlardı. Birinin üzerinde beyaz diğerinin üzerinde ise siyah bir şort vardı. Yaşları on, on ikiydi bu çocukların.
Beyaz şortlu çocuk yukarı doğru tırmanan siyah şortluya seslenerek, “Bekle, niçin önce atlıyorsun? Bekle beni…” dedi.
-Çabuk ol, sıcaktan yandım… dedi önde giden siyah şortlu çocuk.
Kayanın başına tırmandılar, oradan yere bakınca insanın başı dönüyordu. Ama çocuklar buna alışmışlardı. Birden siyah şortlu çocuk gözlerini açıp seslendi: “Hey, hey. Oraya bak, oraya bak… Aaaaaa… Bu bizim İngilizce hocamız Melek Hanım!” diye fısıldadı beyaz şortlu çocuk.
Her ikisi de yüzükoyun uzanıp öylece kaldılar. Sonra rahat bir yere geçmek için taşların arasından kayanın ortasındaki düz yere uzanıp güneşlenen sarı saçlı kadını dikizlemeye başladılar.
Onlar bugüne kadar çıplak bir melek görmemişlerdi. Anlaşıldığı üzere sarışın melek de ilk kez ergen çocukların bakışlarının kurbanı olmuştu (Acaba o melek, çocukların bakışlarını fark etmiş midir?) Kadın gözlerini kapatarak kâh güneşe kâh da denize doğru dönüyordu. Bazen de bacaklarını okşayarak güneşe doğru yatarak güneşleniyordu. Sarışın melek nasıl olduysa gözlerini açtı ve yan döndüğünde çırılçıplak vücudunu dikizleyen dört çift gözü gördü. Gülerek işveli bir şekilde yerinden kalktı ve kayanın başına tırmanarak suya atladı. Çocuklar hemen kayanın başına tırmandılar ve tereddüt etmeden kızın arkasından suya daldılar.
Ertesi gün gazeteler, Bakü’de yüzme alanlarının birinde iki öğrencinin muammalı bir şekilde boğulduğunu yazdılar. Çocukların hayatlarını kaybettiği bu alanda hiçbir zaman girdap oluşmazdı hatta su seviyesi bile dizden yukarı çıkmazdı. Bu yüzme alanın her tarafı kapalı ve dev hisarlarla çevrilmişti. Orada sadece sanatoryum sakinleri yüzerdi. Tuhaf olan şu ki polis, o yüzme alanında hâlâ kimliği belirsiz kadın giysilerinin sahibini bulmaya çalışıyor.
***